23 Aralık 2012 Pazar

dağınık

kıştı, ya da kış olacaktı.. kış gibiydi; soğuktu.. kafası dolu olmalıydı ki her zaman sayarak çıktığı merdivenleri saymadan ağır ağır çıktı gideceği yere. uygun anahtarı bulunca içeriye girebilecekti. dün akşam yediği yemeği düşünürken buldu anahtarını. büyük bir özenle açtı kapıyı, 20 senedir öyle yapıyordu, dikkatli ve sessiz. girdi içeriye. anahtarı nereye koyacağını bilemedi. elinin altına gelen ilk yere bıraktı, bu sırada bir sinek salonun ortasında daireler çiziyordu. odasına yöneldi. uzun zamandır girilmeyen mutfaktan ağır bir koku geliyordu. odaya varana kadar tam 6 adım attı ve bu adımlar esnasında o kokunun çöpten gelebileceğini düşündü. montunu çıkarmak üzere elini havaya kaldırdı, vazgeçip, bir balet edasıyla kendini yatağa bıraktı ve gözlerini kapattı. göz kapaklarını kapatmasıyla karşısına türlü türlü kadınların fotoğrafları geldi. alt komşunun yan flütü düz üfleyişinin seslerini duyuyordu bu arada. çıkaramadığı montunu çıkartabilmek için yatakta birkaç akrobatik hareket daha yaptı. sonra ayağa kalktı. soyundu. uzun zamandır açmadığı kırmızı renkli kitabın kapağını sevdi. salona yöneldi. sinek hala oradaydı. mutfağın kokusu da. ikili koltuğa oturdu. bir sağa geçti, bir sola. tam, 'ben neden böyle yapıyorum, artık kendime gelmeliyim' diyecekti ki telefonu çaldı. hayatının büyük bir kısmını kulağına dayayıp konuşmaya başladı.

dün akşam yediği yemeğin ne olduğunu da asla bulamayacaktı.
soğuktu.


ulaş/uzak
00.58

5 Aralık 2012 Çarşamba

yol

büyüklü küçüklü bir otobüs dolusu insandık. başka bir otobüsteki insanlara aşıktık. otobüsler uygun durağı bulunca durur sevdiklerimizi görürdük, sarılır öperdik, ha yok bulamazlarsa aralıksız devam ederdik. şoför amca bazen dayardı arabeski, dayardı damarı, yollar hiç bitmezdi, yollar hiç bitmez de zaten, bitecek gibi hissettiğimiz olurdu en azından.
en önde oturan uykucu teyzenin çantası umut doluydu, ne zaman birinin diğer otobüsü düşüneceği tutup midesi bulansa, çıkarır bir umut verirdi. bazılarımızın da tünelde dahi arama yapabilen akıllı telefonları vardı. bazılarımız turnalara türküler yazardı, şiir kuranlar vardı, başını cama dayayanlar falan..
hepimizin ayrı bir hikayesi vardı...
biz, bir otobüs dolusu insandık ve başka otobüsteki insanlara aşıktık.

yol
ulaş.abilene..


18 Kasım 2012 Pazar

boş BİR

boş BİR odanın sessizliğini duymak.. dinlemek yani, dinlenmek. kendi nefesinin gürültüsüne kulak vermek. geçen akşamdan üzerine sinen sigara kokusuna takılıp sigaradan bir kez daha nefret etmek ama tam bu anda bunun, herhangi bir KADINI anlatmak için estetik olarak en uygun yol olduğunu düşünmek. gözlerini kapatmak, tüm yaşadıklarını, önemli olanları değil sadece, önemsiz de olan tüm yaşadıklarını, ÇOK özlediklerini, arzuladıklarını, düşlediklerini... doğduğun günü, ilk kız arkadaşını, ilk gerçek kız arkadaşını, alkole başladığın günki yüz ifadeni, sarıldığın her şeyi, öptüğün her şeyi, SEVDİĞİNİ, geçen akşam içtiklerini, geçen akşam izlediğin, güzelliğine hayran bırakan insanları ve 'allah sevdiğine bağışlasın'ı anımsamak. sonra, aniden, tüm bu sessizliğin bir anlamı olduğunu, üzerine sinen yalnızlığın, midende dönen alkolün hep bir nedeni olduğunu ANLAMAK.  
ve tüm bunlar olurken uyumayı beklemek..

ulaş
parantez içi. 

29 Ekim 2012 Pazartesi

bir şehrin göbeğinde..

bir şehrin göbeğinde saatini kuruyorsun.
bir şehrin göbeğinde saatini kurup yağmur damlalarını sayıyorsun.
bir şehrin göbeğinde yağmur damlalarını sayıp, bekliyorsun..
bir şehrin göbeğinde içiyorsun.
bir şehrin göbeğinde böbreğin düşene kadar içiyorsun.
bir şehrin göbeğinde böbreğin düşene kadar içip, şımarıyorsun.
şımarıp, bekliyorsun.
bir şehrin akışını izliyorsun.
bir şehrin göbeğinde, şehrin akışını izliyorsun.
hayat akıyor, sen bekliyorsun.
viski kokuyorsun.
bir şehrin göbeğinde saatin çalıyor.
vakit geliyor, sen kımıldamıyorsun.
sen kımıldamıyorsun, saatin çalıyor.
bir şehrin göbeğinde,
başka bir şehrin göbeğinde olamıyorsun.
bir şehrin göbeğinde, sen,
saatini kuruyorsun..


ulaş öğüç

lefkoşa'nın bir yerleri
çok da önemli olmayan yazılar silsilesi.
tarih: ,,,,
.

7 Ekim 2012 Pazar

günlerden ekim.

blues var.
delta olur, country olur..
her ne olursa olur,
ama blues olur.
viski var.
scotch olur, bourbon olur..
olur bir şeyler; ama
viski olur.
kafası güzel anılar var.
özlem var, özlem.
yorulmuş iki insan var.
ay ışığı,
yıldızlar,
toprak kokusu..
bir de 11. satırdaki insanların ilişkisi var.

dedim ya!
blues var, viski var..
daha ne olsun be adam!
daha ne olsun ortalama bir gecede yaşamanın mazereti!


ulaş / 3.33 civarları.

19 Eylül 2012 Çarşamba

sorgu

giderken,
güle güle der bazısı. gülmesini ister sevdiğinin. ironiktir ama.. işte..
bazısı hoşçakalı tercih eder. hoşça kalınsın diye.
görüşmek üzere diyenler daha umutludur.
kendine iyi bak vardır mesela. acıdır, yazıktır.
elveda, fazla karamsardır.
bay bay, iyi yolculuklar..  falan..
bir sürü şekli vardır da ayrılmanın,
gidişine bakamamanın sadece bir çeşidi vardır.

yurtdışına gider bazısı, bazısı başka şehre..
bazısı sadece gider..
uçakla gidilir bazen,
gemiyle, trenle..
bir sürü şekli vardır da gitmenin,
kalmanın sadece bir çeşidi vardır..

kimin gittiği de önemli değildir,
kalan gider bazen.
beraberken de ayrı düşebilir insan.
o değil de,
özlemenin sadece bir çeşidi var
dır.

u.öğüç

15 Eylül 2012 Cumartesi

7 sıradan nota üzerine

müziğin aşamaları
..arka fonda bir şeyler çalması 
..müziğe kulak vermek 
..müziği dinlemek 
..müzikle eğlenmek 
..müziği yaşamak 
..müziğe ait hissetmek 

çeşitlemek mümkün ama çok da önemli değil.
günümüzde müzik ilk aşamadan öteye gidemiyor ve bunun için kimseye kızamıyorsunuz.
yine de hayattaki en büyük eksikliği sorsalar bana, bir insanın kendini müziğe ait hissedememesi derim.
notaların ardarda dizilip seni anlatması kadar yaşanası başka ne olabilir?
ne de olsa müzikler besteleyenlerin değil, dinleyenlerindir;

öyle değil mi?

8 Eylül 2012 Cumartesi

Facebook

Merhaba, ben, X'in ego pompası. 
Merhaba, ben, Y'nin otomatik doğum günü kutlayıcısı. 
Merhaba, ben, Z'nin ağlama duvarı. 
Merhaba, ben, A'nın fotoğraf beğenicisi. 
Merhaba, ben, K'nin dinlenilmeyen dj'i. 
Merhaba, ben, I'nın arabesk edebiyat takipçisi.
Merhaba, ben, E'nin, oyun puanı potansiyeli.
Merhaba, ben, J'nin dedikodu kaynağı.
Merhaba.

7 Ağustos 2012 Salı

siyah


bir müzik açtım, seni hatırlatan türünden. gerçi bu aralar ne dinlesem seni hatırlıyorum ama... bir de bira aldım yanıma. kendime verdiğim sözü de biraz ertelemeye karar verdim.. dün, bi süre içmemeye dair sözler etmiştim de.
açtım birayı ve bir yudum içtim. çok acayipti. elini tutmak gibi bi andı o yudumun boğazımdan inişi. sarılırken hiç bırakmak istemeyişim gibi bir andı. sarıldığımızdaki kalp atışlarımızdı.  
öpmek. öpmek gibi bi andı. hem de öyle laf olsun diye öpmek değil,
hakkını vererek öpmek gibi bir andı.  
sonra... 
ben... çok mu özlüyorum artık acaba? 
işin kötüsü özlemeye alışıyorum. bir parçamın hep uzaklarda olacağı duygusuna alışmayı reddediyorum da bazen mümkün olmuyor güçlü kalabilmek. 
korkuyorum. 

ve yine haklısın,
iki şıkkı olan bir tercihin ilkini seçip anı yaşamıyorum. 
özlemdi, özlemekti diye tutturuyorum. yoksun diyorum. 
gideceksin diyorum. 
ne biranın tadını çıkartabiliyorum,
ne müziğin. 
oysa biliyorum
ne sıcak bira güzeldir, 
ne de bitmiş bir müzik. 

ulaş / 8.8.12
sıcak biraya ve çalmayan müziklere ithafen 

okunmayan mektuplar

12 Temmuz 2012 Perşembe

öz olana.

Burada olsan,
şimdi..
Bunaltıcı Lefkoşa sıcaklarından
ve
kokusundan
kurtulacak bir köşeye kurulsak.
Ben sana sarılsam
ve o an,
Nostalgia çalsa.
Koca şehirde,
bi tek biz kalsak..
Elim eline tam otursa sonra..
Ve biz,
bir yudum şarapla
kafayı bulsak..
...

u.ö
öze.

okunmayan mektuplar

31 Mayıs 2012 Perşembe

herhangi bir mayıs akşamı..

31 mayıs olması lazım.
günlerden ya salı ya perşembe..
ne yaptığımı hatırlamıyordum, sarhoş değildim ama,
savunma mekanizmam düşünmemem gerektiğini söylüyordu bana ve
koşulsuz kabul ediyordum ben de bu buyruğu.
hava sıcak değildi sanırım,
pencereyi açmayı unuttuğum için terlediğimi hatırlıyorum ancak.
o gid.. ondan gideli haftalar olmuştu yine.
düşünmemi engelleyen beyin hücrelerimin izni olsa, oturup neler neler yazardım
dedim kendi kendime.
sonra dönüp bir bardak su içtim.
Jeff Buckley çalıyordu arka fonda, ölümünün 15. yıl dönümüne girmişiz.
bu yüzden dinlemediğimi biliyordum, fakat..
dinliyordum işte..
sonra o geldi aklıma,
bu sefer o kadar uzun sürmeyecek demişti halbuki
ben yolculuğa başlamadan.
henüz çok olmuş da değildi zaten.
Neyse..
final dönemi olduğunu hatırlatıp kendime.
oturup, projelerimi bitirdim..
hala Jeff Buckley eşlik ediyordu yalnızlığıma..
sonra,
havanın çok soğuk olmadığını hatırladım,
o gün yani,
çok da manevi değeri olmayan ceketimi çıkartıp valizime koymuştum.
mevsimsiz her yolculuk gibi sıkıntılı ve soğuk olacağını biliyordum üstelik.
sonra bakıştık..
her şeyin o ana ait olduğunu tembihleyip kendime,
döndüm, bir bardak su daha içtim.
Jeff Buckley'i kapattım.
bir süre sessizlik keyifli geldi.
plansız bir gözyaşı aktı sonra.
ve aklıma o gün geldi yine.
-gözyaşları ne çok şeyi hatırlatır ama, değil mi?-
otobüse çıktım,
elimi cama, başımı da elime dayadım.
bir damla gözyaşı ile cevap verip buruk el sallamasına,
otobanın kalabalık ve gürültülü trafiğine karıştım...

dediğim gibi 31 mayıs olması lazım,
günlerden perşembe olduğuna eminim artık.
ne yaptığımı hala hatırlamıyorum ama,
ne yapmak istediklerimi oturup buraya not alıyorum..


ulaş öğüç
öylesine bir gece..

okunmayan mektuplar

3 Mayıs 2012 Perşembe

Karanlığa ithafen..



Sonsuz karanlık içinde,
Işık yakabildiğin oranda insansın sadece
ve aynı oranda mutlu.
Her şeyin bir sonu var,
ışığın da öyle...
Bir ışık söner, diğeri yanar.
Her yanan ışık ayrı bir umuttur,
mutluluktur..
Sonra söner ve yalnız hisseder insan.
Yalnızlık karanlıktır,
Karanlık, bir adım daha insan olmaktır. 

Ulaş/2011
akıbetinin ne olduğunu hatırlamadığım yağmurlu bir mart pazarı. 

1 Mayıs 2012 Salı

Sonbahar değildi



Sonbahar değildi... 
bi tek onu hatırlıyorum.
hava sıcak da değildi, onu da hatırlıyorum..
o gün çok yürümüştüm. onu da hatırlıyorum
o gün çok yürüdüğüm sırada bir şeyler düşünmüştüm onları da hatırlıyorum.
o gün çok yürümeden önce çok uzun bir yoldan gelmiştim onu da hatırlıyorum.
o gün çok yürümeden önce çok uzun yoldan geldiğimde indiğim yerde bi süre durmuştum onu da hatırlıyorum, sanki yabancı gibi hissetmiştim kendimi, karar verememiştim, nasıl gitsem diye.
sonra yürüdüm. yani yürümeye başladım, yani nasıl gitsem diye karar vermeye çalışırken...
gidiyordum, yani gitmeliydim, gitmem lazımdı, çünkü evime geri dönüyordum.
neyse..
cebimde de bozuk para taşımam, prensip olarak. yani bi şekilde bozuk para biriktiyse bi yerlerimde bir an önce kurtulmaya çalışırım ondan çünkü.. o da dedemle ilgili bir şey.
yani bu başka bir hikaye..
yani dedemin bozuk para cüzdanı ile ilgili bir hikaye...
o cüzdanın benim olmasını hep istememle ilgili bir hikaye..
dedemin ölmesiyle ilgili bir hikaye..
anneannemin dedem öldükten birkaç gün sonra o cüzdanı elime sıkıştırması ile ilgili bi hikaye..
neyse yürüdüm..
ve yürüdüğümü ancak, artık başka bir şekilde ulaşmaya gerek kalmayacak kadar yaklaştığımda fark ettim.
cebimde tek bi bozuk para vardı ve yola çıkmadan önce şu anda uzun uzun anlatmak istemediğim bir adam vermişti o parayı bana. “bi gün ihtiyacın olur” diye vermişti şöyle fırlatıp, bende şöyle havada yakalamıştım onu. eğer karar vermen gerekirse, demişti, karar veremediğin bir şeye, at bunu ve tura de, hep tura de. eyvallah deyip atmıştım cebime.
neyse...
dediğim gibi, sonbahar değildi,
hava sıcak da değildi.
yürüdüğüm yolun yanında geniş fakat terbiye edilmiş bir nehir akmaktaydı.
artık bir şeye başka bir şekilde ulaşamayacağımı anladığım dakikada düşünmeye başladım bunu.
hiç toz olmayan bir şehir..
hiç toz olmayan ve bu yüzyıla ait olmayan bir şehir..
hiç ağaç olmayan.
toz üretebilecek hiçbir şey olmayan..
sonra eve girdiğimi fark ettim. yani eve girdiğimi düşündüm.
ve sırf bu yüzden sanki hiç zaman geçmemiş, hiç bu kadar uzun süredir başka bir şehirdeymişim hissini yakalamadım ve sırf bu yüzden eve dönme duygusunun gittiğini -öylesine bilimkurgu bir şey- düşündüm..
bu düş bittiğinde, -ki bu düşün, bu kurgunun- bi yerinde, geldiğim yerin, evim olmadığını fark ettim.
durdum önünde, bekledim...
bayağı bekledim..
çünkü bir gece yolculuğu yapmıştım.
ve insanların evlerine dönmesi için akşam olması gerekiyordu, dolayısıyla geceyi bekledim.
o esnada ne yedim, ne içtim, hiçbir şey hatırlamıyorum. ama sanki o dediğim, içinde hiç toz olmayan, hiç yaprak olmayan, dolayısıyla bir nehrin akışına bakıp mevsimi anlayamayacağın bir dünya idi sanki yaşadığım.
neyse, geldi sonunda.
şaşırdı..
karşılıklı durduk..
uzun.. bir süre.. karşılıklı durduk..
birbirimize baktık..
yine aynı şeyi düşündüm sanırım, çok mu güzel yoksa çok mu çirkin..
öyle bir şeydi. öyle kadınlar vardır.
bazen, çok güzeldir doyamazsın, tam o doyamadığın anda çok çirkindir birden çünkü başını biraz yana kaydırmıştır, kıpırdamıştır..
ben yine gözlerine baktım, griydi gözleri ve sanıyorum bi tanesi biraz daha içe yakındı.
o anda anladım aslında o yüzden hem çok güzeldi hem de çok çirkindi...
hoşgeldin dedi,
geldim dedim.
nasılsın dedi,
iyiyim dedim.
ee dedim, yani, aynı mı hala daha?
olmaz dedi.
niye dedim, halbuki oldu. yani biliyorsun.
niye gitmek zorunda kaldım, sanki dönemedim.
niye kendimi birkaç yüzyıl ötesindeki bir dünyada yürür gibi hissettim bu şehre geri geldiğimde.
ve niye evime gitmek yerine farkında olmadan buraya geldim...
karar veremiyorum dedi..
karar vermek de istemiyorum dedi..
o zaman karar verme dedim, karar versin bizim yerimize.
elimi cebime attım, cebimdeki bozuk parayı çıkarttım.
bana doğru at parayı dedi.
o zaman tura dedim.
bir attım parayı,
para, havada adeta cine5’de oynayan bir film gibi ağır ağır dönüp ayaklarının dibine düştü...
dönmeye başladı...
sonra üstüne bastı...
ayağını çekti...
bak dedim...
baktı...
söyle dedim..
yazı.. dedi..
döndü..
merdivenlerden çıktı..
eğildim..
iki tarafı da tura olan parayı alıp cebime koydum...
sonbahar değildi...


kaan çaydamlı/1999