27 Kasım 2013 Çarşamba

uyuyor muydum ben başkaları acı çekerken? şu anda uyuyor muyum? yarın uyanınca veya uyandığımı sandığımda, bugün hakkında neler söyleyeceğim? dostum estragon'la, burada gece olana kadar godot'yu beklediğimi mi? pozzo'nun hamalıyla birlikte geçip bizimle konuştuğunu mu? muhtemelen.
ama bütün bunların içinde ne kadar doğruluk payı olacak?  (estragon çizmelerini çıkarmayı başaramayıp yeniden uykuya dalar. vlademir ona bakar) o hiçbir şeyin farkında olmayacak. yediği tekmelerden söz edecek, ben de ona havuç vereceğim.
bir ayağımız mezarda, zor bir doğum doğrusu. mezarcı çukurun dibinde forsepsi yerleştirir. ihtiyarlığa vakit var daha önümüzde. hava çığlıklarımızla dolu. (dinler)
ama alışkanlıklar duyarsızlaştırıyor insanı. (estragon'a bakarak) bana da bir başkası bakarak, uyuyor diyor. kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir şey bilmiyor. uyusun bakalım diyor, benim için.
(bir an) böyle devam edemem.

ne dedim ben?

24 Ağustos 2013 Cumartesi

perde

elim her terlediğinde sen kokmaya devam ediyor.
ben de yazmaktan kaçıyorum,
nasıl olsa
unut-
urum diye..

11 Temmuz 2013 Perşembe

#30

salıydı. 'çok sıkıldım' dedi daha yatağından kalkmadan. saat yedi olmuştu ve o hala uyuyordu. uyumaktan başka ne yaparım diyordu soran olursa, genellikle de olmuyordu.
odi'yi tanımazsınız. geceleri çok içer, gündüzleri ortalıktan kaybolurdu. sürekli, ama sürekli uyurdu. uyanıkken vaktini ayılmaya çalışmakla geçirdiği için kendine hiç bakmazdı. odası dağınık, çamaşırları kirli, saçı sakalı birbirine karışmış bir adamdı odi. ayıldığı zamanlarsa gider bir içki alır, evinin en temiz noktası olan balkona oturur, kendi şarkılarına eşlik ederek içerdi. fakat bugün keyifsizdi. başka bir huzursuzluk vardı içinde. dışarıya çıkıp dolaşmayı düşündü. saat 12'yi geçmeden, ülkesi bal kabağına dönmeden işleme koymalıydı bu eylemini. tam o anda ilaç gibi telefon geldi.
-abi bizim mahallede caddeyi kapatmışlar, şenlik yapıyorlar, gitmesek mi?
bir dakika bile düşünmedi, odasına daldı, kıyafetler dağının içinden ilk bulduğu pantolonu kıçına çekip çıktı sokağa. iki aydır aynı pantolonu giyiyordu zaten. 'kirli daha samimi' diyordu soran olursa, genellikle de olmuyordu. kıyafetlerini yıkayacak hiç kimsesi olmadığı için de aldırış etmiyordu.
arkadaşla buluşuldu, mekana varıldı.  bakılası bacak sayısının çok olduğu bir yerdi vardıkları yer; ama o mekanın korkunç durumundan ötürü bacaklara tam konsantre olamadı. yol boyunca ucuz müzikler çalıyordu. her bir taraftan koşuşturmaca vardı. sokağın ortasında dans eden insanlar, onları kızıldeniz gibi yarıp bir taraftan diğer tarafa geçmeye çalışanlar, makyajlı, boyalı boyalı kadınlar, parfüm kokuları, kollu, vücutlu erkekler, baloncular, dondurmacılar, daha neler neler. . burayı tam olarak şenlik alanı yapanın ne olduğunu düşündü. sonra ücretsiz içki dağıtıldığını fark etti, koşup hemen bir tane aldı ve şenliğin tadına varmayı umdu. durdu. ona hitap edecek hiçbir şey bulamadığı noktada arkadaşını aradı, tabii ki onu bulamayacağının da farkındaydı. yoldayken de öyle diyordu zaten, '-ben yokmuşum gibi odi!'
yalnız kaldı. bu yeni bir şey değildi ama yüzüne çarpılmasından hiç hoşlanmadı.
hatta bir keresinde bir restorana girip tek kişilik masa var mı diye etrafa bakınırken, garson gelip, 'hoş geldiniz, yalnız mısınız?' diye sorduğunda ağzını açamamış, kafasını sallamıştı sadece. garson iki kişilik masanın üzerinden kırmızı mumu ve ikinci porsiyon tabağını alıp buyur etmişti yalnızlığına onu, bir de utanmadan, 'yenge yok mu bugün?' deyip güya teselli etmek istemişti.. iştahı kaçtığı için bir dondurma yeyip kalkmıştı masadan.
neyse dolaştı civarlarda biraz. sonra savaş alanından telaşla uzaklaşıp bir yer buldu kendine, oturdu. burada içkiler ücretsiz dağıtılmıyordu. viski fiyatlarından da şikayetçiydi, kendine bir şişe şarap alıp yürümeye başladı. sahile doğru. yollar karanlık, ortalık sessizdi. bir gerilim filmi efekti olarak ayak sesleri duyuyordu her taraftan. aldırış etmedi, yürüdü, yürüdü, yürüdü. denize vardığında gün doğmak üzereydi, günün en tatlı saatiydi ona sorsanız. eski bir arkadaşıyla hep oturdukları yere gitti. oturdu. her zaman olduğu gibi kayıklar yola çıkmıştı. denizin sesi, kokusu, ay, manzaranın büyüsü, her şey,  her şey eskisi gibiydi.
tek bir şey dışında.
çok özledim be abi diyordu soran olursa. genellikle de olmuyordu..

sabaha kadar içti. eve döndüğünde, saat hala yediydi.

27 Nisan 2013 Cumartesi

denize yakın bir yerde

deniz kenarına taşınmaya karar verdim.
biliyor musun, çok yorgunum bu aralar. yok ki dertlerden filan. tüm işler yoğunlaşmak için tek bir tarih seçerler benim takvimimde. bu tip günlerde dünyayı ben kurtaracakmışım gibi hissederim ve aslında.. emmeann, neyse dur.
bugün tatilim ve deniz kenarına taşınmaya karar verdim. hava da güzel zaten. alkolle tatlılanmışken, hafif esintili ama sıcak bir köşede, dalga sesleriyle uyumak hayali beynimin bilmediğim bir lobunu çok meşgul etmeye başlıyor ve ben tüm maddi gücümü toplayıp atlıyorum bisikletimin üstüne, kondisyonum beni nereye götürürse oraya gitmeye karar veriyorum. bir pub veya ufak bir ingiliz barı bulsam da oralarda sabahlasam düşüncesi yavaştan ısırmaya başlıyor. uzun zamandır evden dışarı çıkmamışım, kurumuşum lan resmen. her şekliyle bu gezinin iyi geleceğini kendime hatırlatıyorum, olur da vazgeçecek olur isem, teselliler üretip vazgeçmekten vazgeçiyorum. bisikletimin son kontrollerini yapıp bana oldukça uzun gelen yolculuğa başlamak için ilk adımı atıyorum ve evin kapısını açıyorum. yolculuk başta keyifli görünüyor. sağ tarafımda kocaman bir dağ, sol tarafımda uçsuz bucaksız deniz ve etrafta ses seda yok. işin kötüsü, görünürde bar falan da yok. ama yılmıyorum, devam ediyorum pedal çevirmeye, nasıl olsa yokuş aşağı, geri dönüşü düşünemeyecek kadar da heyecanlıyım, son sürat gidiyorum. nihayet ilerde bir tabela görünüyor. eski, paslanmış, ne yazdığı belli bile değil. iç güdüsel olarak alkol kokusu alıyorum ve yöneliyorum. tahtadan, tam da hayallerimi süsleyen barlardan bi tanesi görünüyor ufukta, ancak oraya gelene kadar bir grup insanla karşılaşıyorum. koskocaman bir ağacın altında, duruyorlar. anlam veremiyorum. hatta biraz da ürküyorum. ne olduğunu sonra anlayacağım, devam ediyorum. kulübenin yanına yaklaşıyorum, bisikletimi nereye bıraksam güvenli olur filan gibi klişe ve bir o kadar da gereksiz şeyleri sorgularken göbekli, beyaz saçlı, sarı bıyıklı bir amca beni içeriye alıyor. kendimi birden yaş ortalaması kırkın üzerinde teyze ve amcaların yanında, elimde irlanda birası ile buluyorum. atmosfer güzel, hatta müzik beklentimin çok üzerinde ama yine de hayalini kurduğum yerde miyim diye sormadan edemiyorum. bu küçük kulübeden bar, denizin tam dibinde. bardan çıkar çıkmaz kendinizi plajda buluyorsunuz. hatta bıyıklı bir mahmut abi'nin gelip şezlonglar için sizden para isteyeceğini bile sanabiliyorsunuz. bu salakça sorgulamalar beni bulunduğum ortamın çaylağı gibi hissettiriyor ve oraya ait hissedemeden, daha ilk dakikadan yabancılaşıyorum. çok geçmeden biram bitiyor, bir tane daha geliyor. bu arada erkeklik güdülerimin yönlendirdiği gözlerim, yalnızca, ortada dans eden, sarı saçlı ve yüzü vietnam savaşından yeni çıkmış bayanlarla muhatap olmak zorunda bırakıyor beni. başta beni eğleyecek hiçbir şey bulamadığım için sıkılıyorum, sonra ilk defa içtiğim siyah biranın tesiriyle gittikçe keyifleniyorum. keyifleniyorum da, keyiflendikçe çişim geliyor. tuvaleti sorduğum göbekli, beyaz saçlı, sarı bıyıklı amca bana ilerde kocaman bir ağaç gösteriyor. oraya gidiyorum ve grup halinde işiyoruz. geri dönüp içmeye devam ediyorum. keyfim arttıkça artıyor. teyzelerle dans etmeye hatta içkilerini içmeye başlıyorum. beni çok sevecek olmalılar ki her taraftan içkiler yağmaya başlıyor. alkol kana karıştıkça sarhoş olmaya başlıyorum. alkol kana karıştıkça eksik bir şeyler olduğunu hissetmeye başlıyorum. eksik bir şeyler... yuh. "abi" diyorum kendime, "gerizekalı bile değilsin sen. huzurun zirvesindesin; hala bitmiş, olmayan şeyler peşindesin, gerizekalı bile değilsin." kendi kendime söylenip hayıflanırken bir el sırtıma dokunuyor, beni dışarıya çıkartıyor -kim olduğunu göremeyecek kadar sarhoşum- bana güçlü olmamı söylüyor. baş parmağını gözlerimin altında gezdiriyor ve parmakları ıslanıyor. bana karşı nasıl ve neden bu kadar şefkatli olabildiğine anlam veremiyorum, 'gideyim ben artık' diyorum, sesim cebimden çıkıyor ve muhtemelen anlaşılmıyor. "senin daha bir kadınla konuşmaya halin yok be" deyip beni şezlonglardan bir tanesine götürüyor. yatırıyor ve gidiyor. yandaki şezlonglardan anladığım kadarıyla yukarıda gözlerimin aradığı tüm güzel kızlar burada başkalarıyla birlikteler ama ben bunu düşünemeyecek kadar anormal hissediyorum.
gözlerimi kapatıyorum. dünya dönüyor.
alkolle tatlılanmışken, hafif esintili ama sıcak bir köşede, dalga sesleriyle uyuyakalıyorum.
ben uyurken dalgalar vuruyor, rüzgar esiyor;
farkına varamıyorum..

ulaş.

21 Nisan 2013 Pazar

Nocturne Op.9 No.2

içimde yazasım yok. bekleme o vakit yazdığım yerlere girip girip.
ama dolapta elma var, paylaşmasak mı?

neyse..
bizim evde elmaların kaderi hep çürümek oldu zaten.

hmpf..






24 Mart 2013 Pazar

bu gerçekten mümkün mü?

-I-

sevgili alfredocuğum.
bu mektubu sana süpermarketten yazıyorum. macbeth'e mama almak için geldim ama burada kaldım. dışarıda kaos var. fırtına çıktı, her şey, her yerde. bir arabanın alarmı çalıyor, yandaki inşaatın boşluğundan korkunç sesler geliyor. süpermarketin camları sallanıyor. çok korktum ben alfredo. sesleri duymamak için arka taraflara ilerliyorum. market bayağı büyükmüş. sağ tarafta deterjanların reyonu var, bir adam sürekli oraya gidip çıkıyor, anlam veremiyorum. sol tarafta da tavukların reyonları var. burada da suratı mahkeme duvarına benzeyen bir kadın beni kovalayacak gibi hissediyorum. hemen orayı terk ediyorum. biraz çikolatalara bakıyorum, biraz süpürgelere. en sonunda cesaretimi topluyorum, boğazımı temizleyip, başımı sağa sola çevirerek boynumu çatırdatıyorum. sonra bu hareketleri neden yaptığımı sorgulamadan köpek mamalarına doğru ilerliyorum. yolda önce deterjan kokuları, sonra da çirkin bir bok kokusu geliyor burnuma. alışveriş merkezinde müziğin sesini yükseltiyorlar, bunu kötüye yormayacağım alfredo. cesaretimi toplamışken mamayı alıp hemen dışarı atılmak için yola koyulacağım. arabam yakında, umarım ölmem.

-II-

alfredo, arabadayım. bayrak klasik çekmiyor. önümde kocaman bir ağaç üzerime üzerime sallanıyor. alarmı çalan arabanın sahibini de hortum aldı götürdü galiba. etrafta kimse yok, ben ne yapacağım şimdi.. acıkmaya da başlıyorum. tekrar markete mi girsem diye kendim sorup, kendi kendimin gözünü korkutuyorum. en iyisi ben biraz bekleyeyim.

ha alfredo,
az önce ben bok dedim, özür dilerim.

-III-

Ahh, boynum ağrıyor. alfredo, market kapanmış. sokak lambaları kesilmiş. buradan ayrılmalıyım artık. çok az yakıtım var ama koca şehirde kendimi güvene alacağım yakın bir yer bulabileceğime inanıyorum. bana şans dile alfredo, ciao.

-IV-

bu gördüklerimi videoya alabilsem yılın en iyi fantastik bilim-kurgu kısa metraj film ödülünü alırdım be alfredo! her tarafta çöpler uçuşuyor. şimşeklerin ışıkları geliyor ama hiçbir tarafta görünmüyorlar. bir taraftan radyonun bir çeker, bir çekmez cızırtısı. ve sokakta hala hiç kimsecikler yok. bir eğlence çeşidi olarak bu kaostan pek hoşlanmıyorum.
fırtınaya karşı 60 km ile giderken bu afetin bir parçasıymış gibi hissediyorum. ama bu keyif çok uzun sürmüyor. arabam duruyor. hiçbir şey görünmüyor durduğum yerden. sadece sağda, ilerde bir kulübe, kulübenin içinde hafiften bir ışık. o ışığın, yaktıkları bir ateşten geldiğini tahmin ediyorum. oraya varabilmek için macbeth'in mamasını yırtıp poşetini kafama geçirmek geliyor aklıma. yapıyorum da. içindeki ıvır zıvırı yan koltuğun ayak tarafına boşaltıyorum, mamanın acaba lezzetli olup olmadığını düşünürken poşetin içinden gelen koku bütün sorularımı altüst ediyor. poşeti geçiriyorum, arabanın kapısını açtığım gibi kulübeye doğru koşturmaya başlıyorum.
alfredo, biliyor musun, yağmur yağmıyormuş. kafamı elektrik direğine çarpınca poşeti çıkartıp nerede olduğuma bakıyorum; nerede olduğuma bakmaktan ziyade kulübeye varıp varmadığımı merak ediyorum heyecanla ve rüzgar poşetimi alıp götürüyor. o esnada yüzümün ıslanmadığını fark ediyorum. kulübeye çok az kalmış. bir gayretle kulübenin tahtadan kapısına varıp, kendimle gurur duyuyorum. bu kulübe her an uçup gidecekmiş gibi duruyor, yine de fazla seçeneğim yok; kapıyı çalıyorum ve kıvırcık saçlı uzun bir beyefendi beni hiç sorgulamadan içeriye buyur ediyor. kulübe tek odadan oluşuyor ve tam ortasına yuvarlak masa kurmuşlar. etrafında 4 kişi oturuyor, beyaz beyaz şeyler içiyorlar. her şeyi tam inceleyemiyorum, soğuk, ciğerlerime işlediği için atılıyorum ateşin başına.
fakat tuhaf bir şey var, ben sanki yıllardır bu evde yaşıyormuşum gibi davranıyor bu insanlar bana. hadi hayırlısı alfredo.

-V-

ne güzel şarkılar, türküler söylüyorlar bir bilsen. o beyaz şeyden ben de içtim. tadı biraz acayip, ama güzel şeyler hissettiriyor insana. buradaki insanları seninle tanıştırmak isterdim ha alfredo, isimlerini bilmiyorum; ama hepsi anam babam gibi. çok samimiler.
içlerinden bir tanesi kalkıyor, 'günün anlam ve önemini belirten türkünün zamanı geldi' diyor. bunu kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya söylüyor, sallanıyor ve gözleri çok garip bakıyor. günün anlam ve önemine dahil olduğunu düşünüyorum o tavrın. masadaki herkes susuyor. herkes derin bir konsantreye gömülüyor. ve adam giriyor şarkıya. söylerken eli ve kafası senkron bir şekilde sağa sola sallanıyor, şarkının ritmini öyle sabitliyor. bu arada masadaki herkesin boynu önüne eğiliyor, gözleri kapanıyor. yarattıkları atmosfer benim de çok hoşuma gidiyor, dışarıdaki her şeyi unutuyorum. sadece bir anlığına keşke şimdi gidip kendime siyah-beyaz çizgili bir fötr şapka alabilsem diye düşünüyorum. sonra, o şarkının sözleri biraz kötü hissettiriyor ve ben daha fazla içiyorum.

-VI-

alrefdo, benim baaşm dönüor.
aramza br kiiişi daha katldı. öncee ataşe koçtu. koştu. soora ne yapıoorz diye baktı. bizzm kıvırırırırcıık saçlı, oona da bir bebeyaz döktü. şmdi adam kolarını krtal gibbi açmış danns ediyo, yeeff yeefff gbi sesler çıkaarıyor.
çok accayip oldu aldefroo, tuvalet e giderkn düştüm. herkes sadecc güldü. kımse kaldırmaya bile gelmediç.
buradaki insağlar 'o gızz buraya geleceeek' diye bagırıorlarr, bu gerçektn mümkün mü aldo?"

-VII-

aahh... başım felaket ağrıyor. bu baş ağrısının sebebini defterimin sayfalarını birkaç sayfa geriye çevirerek öğrenmeme çok az kaldı alfredo. önce buradan çıkmalıyım. çıkmadan yeni arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum ama hepsi uyuyor, hatta kıvırcık olan horlarken boğulabilir.
kulübenin tahta kapısından çıkıyorum, kapı beni sığmıyor. eğilerek geçmek zorunda kalıyorum. kafamı çarptığım elektrik direği de düşmüş. turuncu kıyafetli bir takım insanlar onu kaldırmaya çalışıyorlar. arabam bıraktığım yerde değil. nerede olduğunu şimdi bulamayacağım alfredo. macbeth evde aç, benim de duşa ihtiyacım var.
eve doğru yola koyuluyorum. dün söylenen şarkı takılıyor aklıma, o adamın tavırlarıyla söyleyerek keyifle tutuyorum evimin yolunu.

'bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı,
o bizim kavuşmalarımız, a yarim, mahşere kaldı..'

ulaş öğüç


21 Mart 2013 Perşembe

yazılmış en uzun hikayem


'Hayırdır birader' dedi, rahatsızca karşısından geçerken hayran hayran bakan adama.
İrkildi, 'kusura bakmayın' dedi adam kekeleyerek, başını önüne eğdi mahçup,
'yanınızdakini birine benzettim de.'
Sonra gitti. Tozu dumana katarak ancak bu kadar gidebilirdi.
Mart'ın son haftasıydı.

19 Mart 2013 Salı

ince belli çay bardağında iskoç mısırı.

'ben bu akşam kesin içmem, vallahi billahi!' diye oturup yine sarhoş oldum anasını satayım. eskiden bu gibi durumlarda bana kızacak bir ses vardı etrafta. şimdi açmışım chopin'i, ince belli çay bardağında viski içiyorum.
ne kadar imreniyorum hiçbir şey düşünmeden mutlu olabilen, yemekhanede, kafeteryada gözüme çarpan insanlara. o insanlar, sanki hiçbir işleri olmayan, etrafta sadece gülmek için dolaşan, özellikle oralara yerleştirilen tipler gibi. he vallahi, o güzel gözlü kız mesela, hep kafeteryanın sol karşı tarafında, hep aynı sandalyede oturur, hep aynı bardakta çay içer ve hep aynı gözlükleri takıp, aynı insanlarla muhabbet eder -ah ne de güzel gülümser, bir bilseniz.-
aa kravatlı oğlan var bi tane, onun hikayesi çok ilginç. herif abi, görmüyor. yani, en azından biz görmediğini sanıyoruz. değnek var elinde, yemekhaneye çıkan merdivenleri hiç tereddüt etmeden, emin adımlarla çıkar, kapılara çarpmadan dalar içeriye. karşısına olur da bir kişi çıkarsa, hani görmüyor ya, gülümseyerek müsaade eder, karşısındaki, şaşkınlıkla yolunda ilerler, adam da kaldığı yerden devam eder hikayesine.

-durun, güzel bir yerden bağlayacağım da, chopindir, klasik müziktir ayağına açmışım cenaze marşını; içim daraldı, yemin ediyorum.-*

evet,

bir kız sevdiğimi söylüyor yaşadığıma tanıklık eden birkaç arkadaşım. onu ne zaman görsem ağlıyormuşum. onu düşünmeden hiçbir dakikam geçmiyormuş hatta. vay arkadaş, dedim bunu duyunca, bir insan ne kadar başka şehirde kalabilirmiş meğer, hiç kendi kendiyle bile konuşmadan.
sonra,

-chopin'i kapatıp tom waits açmanın iyi bir fikir olduğunu düşünen beynime...- her neyse.

sonra, hep gülümsemeyi başaran insanları düşünüyor benim güzel beynim, hazır alkollüyüm de, diyorum ki; boşver arkadaş, sensin karmakarış eden bu hayatı, ayıkla bir elma, ye, sonra git uyu.
bu dediğimi yapmaya karar veriyorum, bırakıyorum kağıdı kalemi, gözlerimi kapatıyorum ve hemen karşıma...

hayat güzel be abiler. hele sarhoş olmamak için içince, hele kimsenin okumayacağını bildiğin halde içinden saçmalamak gelince..


ulaş.
dolunayı özlemek için daha çok vakit var nasıl olsa,
iyi geceler.

8 Mart 2013 Cuma

sarhoş

kafeteryamızın önünde ağaçlar var. ağaçların altında tabureler. her taburenin rengi farklıdır. ama çoğu mavidir. mavi taburelerin üstünde güzel kızlar oturur. güzel kızların saçları var. kıvırcık. dalgalı. dalga. dalga denizde olur. deniz güzel kokar. güzel kokan her şey deniz değildir. deniz mavidir. deniz mavi değildir. gökyüzü kuşlarla dolu olur bazı sabahlar. kırlangıçlar göç ederler. göç eden tek yaratık kırlangıç değildir. kırlangıçlar özlemezler. özlem güzeldir. güzel olan tek şey özlem değildir. arkadaşlar. arkadaşlar iyidir. arkadaşlar kafeteryada oturur. büyük ağaçların önünde. mavi olmayan taburelerde. rüzgar eser, yapraklar sallanır. yeşil. mavi. tekne. uzak. yol. alkol. 
ben özledim. 


öğüç
orhan veli öldü. 

1 Mart 2013 Cuma

12'den sonra

"insanlar 'bazen' neşeli olmayabilirler."

açmaya cesaret edemediği defterinin içine böyle yazacaktı. 

"insanlar bazen neşeli olmayabilirler; ama bu, girne-lefkoşa yolunda saatte 160 kilometre ile gidilmesi gerektiği anlamına gelmiyor." 

başı ile daireler çizdi, boynundaki tüm eklemlerin çatırdadığını hissetti, elini saçlarının içine sokup harıl harıl karıştırmaya başladı. 
"insan bazen mutsuz olabilir. evet.  her şey başladığı yerde bitebilir mesela;  ama.."
devam edecekti, durdu. müzik dinlemiyordu. uzun bir süre dinlemeyecekti de. kaldırıp yorgun gözlerini, eski bir fotoğrafın üzerine dikti. 
herhangi bir yıl önce içeride biriken yaşın akması an meselesi iken birden agresifleşti. 
kalemi eline aldı ve içinden ne geliyorsa boşalttı. 
"En sevdiğim hikayemi saçma, olağandışı, imkansız, mantıksız bulanlar; işte, yoğun istek üzerine masalın sonu klişelerde boğuldu.. her şey normal, sıradan, beklendiği gibi.. rahat olun, dağılabilirsiniz.."
sonra, çenesini kapattı. bu eyleminin yazı dilindeki en uygun şeklini yapabiliyordu. sustu.. sustu. o anda sanırım bir yere bakmıyordu, bir şey düşünmüyordu. beyni dondu. zaten son bir aydır da böyle yaşıyordu. 
aklını eline aldı ve uyumaya gitti. 


ertesi gün geri dönüp yazısında pek haz etmediği bir şairin sözünü imzası olarak kullanacaktı,
ve bir daha bu defteri hiç açmayacaktı.



"bir sevgiyi anlamak bir hayatı harcamaktır, harcayacaksın"
 u.öğüç

20 Şubat 2013 Çarşamba

dolunayın görünmeyen tarafına blues

gidiyoruz. 
bu sefer birbirimizden. 
-ayrılmak kelimesi çok çirkin gelir,
oturur, yerine ne kullanayım diye kafa patlatırsın.
evet, bu hep böyle olur-
ve işte, gidiyoruz.. 
öyle gerek.. 

öyle gerekse gideceğiz.
-
shakespeare olsaydı derdi ki;
"savaşır gözlerimle gönlüm öldüresiye senin yüzünden; 
gözüm kovar gönlümü seni görmesin diye,
gönlüm ister gözüme pay vermemek, yüzünden."

benim ise elimden yalnızca sormak gelir;

"son bir şarkı yollayayım mı sana?"


u.

bir buçuk senelik hikayenin so...
-nu.
iyi geceler 

okunmayan mektuplar 

21 Ocak 2013 Pazartesi

uçurtmanın kuyruğu

'uçurtmamın ipini iyice saldım. çok yukarılarda nazlı nazlı sallanıyordu. kuyruğuna yapışmış olan ben, aşağıda ipin ucundaki kendimi neredeyse göremeyecek kadar yüksekteydim. aşağıdan uçurtmayı idare ediyor, yukarıda ise kuyruk sefası yapıyordum. evler altımdan hiç oynamadığım tahta oyuncak şehirler gibi geçip gidiyor. aşağıdan kendime bağırıyorum: “gördüklerini bana anlatacaksın değil mi?”, uçurtmanın kuyruğuna sıkı sıkı yapışmış ellerimden birini bırakıp aşağıdaki kendime nanik yapıyorum. aşağıdan bana kızıyorum; ama gene de seviniyorum. ip çok uzun. şehrin bu yakasındaki tepenin üstünden denizi geçiyorum. aşağıda vapurlar birer oyuncak gibi. sanki elimi uzatsam birini tutup cebime koyacağım, akşama evde leğene su doldurup oynayacağım onunla. bahçeler var şimdi aşağıda. kendime sesleniyorum aşağıya, biraz alçaltsın beni diye. “neden?” diye soruyor. sesi sanki yanımdaymış gibi. kulağına fısıldıyorum: “sonra anlatırım. sen alçalt.” yumuşak bir biçimde büyük bahçenin ortasındaki beyaz bir köşkün damına doğru alçalıyorum. damdan smokin giymiş bir kuş havalanıyor, yanımdan geçerken “hoş geldiniz” diyor. “bacadan… bacadan gireceksiniz.” tam bacanın yanına konuyoruz. baca bana hiç yabancı gelmiyor. sanki daha önce buraya leylekle gelmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. hemen unutuyorum o duyguyu. uçurtmaya beni beklemesini söyleyip, bacaya giriyorum. baca şaşılacak denli geniş. döner bir merdivenle aşağıya iniliyor. duvarlarda beş yaşındaki büyük ressamların yaptığı tablolar var. aşağıdan çok güzel bir müzik sesi geliyor. bir şöminenin içine iniyor merdiven. şömine çok geniş bir salona açılıyor. çok fazla kalabalık değil salondaki insanlar. herkes gülüyor. duvarda kocaman bir yazı var: “yaramazlık yaparken kimseyi rahatsız etmeyin.” kadınlı erkekli bu insan grubunun yaş ortalaması altmış falan. kadınların bazısı gelinlik giymiş. bir tane sünnet entarili erkek var. kolları saatlerle dolu, elinde tef, orkestraya eşlik ediyor. orkestra elemanlarının en yaşlısı altı yaşında. akordeon, keman, trompet, klarnet ve bateriden meydana gelmiş bu orkestra. baterist daha dokuz aylık, annesinin kucağında çalıyor davulları; ama müthiş sololar çekiyor. orkestranın yanında büyük bir turşucu dükkanı, önünde bir simitçi. aralarına karışmak istiyorum. sünnet entarili olan beni görüyor, yanıma gelip hokkabazlık diplomamı soruyor. ben “yok” deyince, “o zaman şimdi gidin uçurtmanıza, gezintinize devam edin. bir gün gene gelirsiniz.” diye beni dama kadar yolcu ediyor. uçurtmam aynı bıraktığım yerde. kuyruğunu sallayıp “hadi” diyorum. yavaş yavaş yükselirken sünnet entarili adam tefiyle arkamdan tempo tutuyor. altımda bahçeler, küçük vapurlar, kutu kutu evler ve ipin ucundaki kendimi seyrederek, süzüle süzüle aşağı inip, gene kendi cebime giriyorum. “neler gördün, anlat” diye soruyor bana; anlatamıyorum.'


.savaş dinçel


iste

iste.
çok istemek seni daha az insan yapmaz.
çok iste.
herhangi bir şeyi.
ama çok iste.
çok istemek ile elde edememek arasında 3-5 harften başka bir farklılık yok; ama
sen yine de iste. iste ki, sana niye yaşıyorsun dediklerinde, ben istiyorum diyebil.
ne olduğu da çok önemli değil.
iste sadece.
daha fazlasını iste.
bazıları istemeni istiyor, her iki taraf da kazanıyor
sen istedikçe.

iste.


u.

14 Ocak 2013 Pazartesi

bazı


bugün, tam bir sene sonra gidip Ankara biletimi aldım. heyecanlıydım ya, ilk bulduğum boş yere arabamı park edip koşarak indim aşağıya. yine aynı koşar adımlarla bütün girne kapısı'nı yürüdüm. niye bu kadar uzağa park ettiğimi biletimi aldıktan sonra fark edecektim. kapıyı açıp daldım içeriye. acentede aynı kadın, aynı suratla karşıladı beni, hal hatır sormadan; 'yine aynı sebepten mi?' dedi. 'evet' dedim mahcupça. niye mahcup oluyorsam artık... 'biz istikrarı severiz oğlum da böylesini değil' dedi, 'nasıl bağlanabiliyorsun ki böyle, hele ki bu çağda, bu yaşta'. utandım. niye utandıysam.. kesti biletimi. 'baban demirleri kemiriyormuş sinirden', 'haaaa, biliyorum' dedim. 'niye böyle yapıyorsun?',  cevap veremedim. ufak bir aradan sonra 'çay koyayım mı?' dedi sırıtarak. boş boş acentenin rahatsız koltuklarının birine baktım. kadın yineledi, 'çay koyayım mı oğlum?'. 'koy' dedim, 'koy. sütsüz olsun. iki şekerli.'
çayımı içtim, dışarı çıktım. boş bakıyordum hala. yürüdüm. anlamıyordum.
hiçbir zaman da anlamayacak gibiydim..
niye anlamıyorsaydım.. artık..