30 Ekim 2024 Çarşamba

çeşitli sorular

Şahsen ben, 

çıkış yolunu bulamadım. 

İnan bana arıyorum. 


Bir kez daha deneyeceğim. 


Geçmişi özleyip duruyorum.

Üstelik tam olarak yaşadım diyemeyeceğim bir geçmişi…


Anlatılan hikayeler ve kafada kurulan dünyalar…


Her sabah güne başlarken homurdanarak ağzımdan dökülen kelimeler, iki katı bir mutsuzluğa evrilerek beni karanlığa sürüklemiyor mu? 

Bu şekilde gittikçe küçülerek mi devam etmeliyim yaşamaya?


Lafta savunduğum şeyin aksi gibi davranmam beni daha da küçültmüyor mu?


İnsanlar gittikçe küçülmüyor mu?


Gündem deyip geçtiğim bu iğrenç konular kafamı meşgul ederken ne kadarına odaklanabiliyorum olanın?

Neresinde kayboluyorum, ya da, hiç bir yerinde var olabildim mi? 

Bunu düşünebiliyor muyum bile?

İdeolojiler, izmler. 

Her yerdeki fikir bombardımanı.


Varoluşum bu kadar basit mi?

Ya da gerçekten bu kadar değerli miyim?


(Ülke mi elden gidiyor, dünya mı?)


Çoktan kaybettiğim bir savaşın hala mücadelesini mi veriyorum?

Yoksa hala savaşmaya değer mi?

Yaşamak dediğimiz bu bilinmezlik, sırf mücadele etmekten mi ibaret? 

Beş bin yıldır çektiğimiz bu kahır,

Bu dipsiz sonsuz, bir türlü dinmek bilmeyen ızdıraplar silsilesi.

 

Aynı lağım çukurunun içinde çürümüyor muyum seninle beraber? 

Herkesin kafasının üzerinde dolaşan bu aynı kara bulut,

öylesine sinsi,

öylesine acımasız… 

Üstelik çok çabuk kabuk değiştiriyor, her şeye uyum sağlıyor… 

Ve ikna ediyor. 

Ben de oluyorum. 

Farkına vara vara, 

bile bile ikna oluyorum. 

Ve gittikçe daha da kayboluyorum. 

Yavaş yavaş azalarak.


Bütün insani duygularımın sömürüldüğünü hissediyorum.

Ve hiçbirinin gerçekte benim kararım olmadığını fark ediyorum. 

Çok çabuk manipüle oluyorum. Hemen kapılıyorum. 

Sonrası boşluk, anlam arayışları ve duygusal roller coaster. 

Bir inip, bir çıkıyorum. 

Ve bunu normalleştiriyorum. 

Duyarsızlaşıyorum.

Duygusuzlaşıyorum. 


Sonra bir an için duruyorum. 


Nefes alıyorum. 

Nefes almam bir anlam kazanıyor.

Aldığım nefesin getirdiği nanosaniyelik huzuru hissediyorum. 

Gözlerim refleksle kapanıveriyor, şükrediyorum.

Ve kendimi bağışlıyorum. 


Gözlerim açılıyor;

Şükretmek, bağışlamak… 

Bunlar çok kullandığımız kelimeler değil. 

İdeolojiler, bazı kelimeleri bulanıklaştırıyor. 

Kelimeler, etiketlenip bir fikir kutusunun üzerine yapıştırılıyor. 

Çok az kişi, kelimelerin asıl anlamlarıyla ilgileniyor. 

Halbuki söz söylemek büyü yapmak gibidir derler. 

Ben, bildiğimi sandığım bazı kelimeleri aslında bilmediğimi fark ediyorum. 

Çünkü bazı kelimeler, sözlük tanımıyla ya da bazı taraftar çevrelerden duyunca anlaşılamaz;

hissedilebilmesi gerekir. 


Neyse ki şükredebilen de benim, bağışlayabilen de.


Kendi cennet ve cehennemimi yaratıyorum. 

Sonra da içine girip oynuyorum. 

O kadar oynuyorum ki; kendim bile rol yaptığımı unutuyorum. 

Ve bilinen en zeki tür olduğumu düşünüyorum. 

Her şeyi kendime hak görüyorum. 

Hepsini istiyorum. 

Dolayısıyla yaşamayı kendim için bir kovalamacaya döndürüyorum

ve ne yapıyorum ediyorum;

sahip olmaya başlıyorum. 

Sahip oldukça ahlaki değerim ve zaman algım değişiyor,

ikisi de azalıyor

ve ben değişiyorum. 

Uğruna feda olduğum kovalamaca bir rutine dönüşüyor, o rutin benim kim olduğumu tanımlamaya başlıyor. 

Kendimi, fark etmeden; ama zorla içine soktuğum bu çıkmaz sokağın ışıksız bir köşesinde çıkış yolu dilenirken buluyorum. 

Ve sonunda bu hengame beni yoruyor.


Gözlerimi tekrar kapatıp o nanosaniyelik huzura erişmeyi diliyorum. 

Olmuyor, oraya tekrar nasıl gideceğimi bilmiyorum. 

 
Ya demindeyim, ya sonrada.

 

Zamanı algılayışım; 

dünyanın, güneş etrafında dönmesi…

Halbuki bilge, diyor ki,

zaman; dünyanın, galaksideki hatta; onun da ötesindeki devinimi. 

Öylesine yavaş, öylesine durgun. 

Ve önemsiz. 

29 Ekim 2024 Salı

kuyu

düşersem çıkamayacağım bir kuyunun ağzındayım.

düşmek pek de umrumda değil.

bir tarafımın kuyunun içine atlamak istediğine de eminim.


bu hayatta ben bir şeyler biliyorum; ama kendimi inandıramıyorum. *

doğruluklarından eminim; ama dinletemiyorum. 

bir taraftan her ayrıntısını duyuyorum,

bir taraftan sağırım. 


kuyuya bakıyorum, korkusuzca. 

derin, karanlık, dipsiz bucaksız. 

-‘düşsem ölürüm’, diye düşünüyorum. 

‘-yaşıyor muyum ki?’, diye soruyorum sonra. 

yaşıyorum. evet, yaşıyorum. 

şu an yaşıyorum. 

kuyunun ağzında, ben istediğim sürece yaşayacağım.

karar verirsem de yok olacağım. fiziken değil belki. 

bu bedenim bu dünyayı ne zaman terk eder, bilemem. o benim elimde değil.

-’ne benim elimde ki?’…

-‘ses çıkarmak… hadi bir ses çıkar’

ağzımı açıyorum ve nefes borumdan belli belirsiz bir hışırtı çıkıyor. 

kuyu beni kırmıyor ve bu cılız sesi dipsiz boşluklarında bir oraya, bir buraya çarptırıyor ve bir eko oluşuyor. 

sesim büyüyüp bana geri dönüyor. 

-‘bak işte,’ diyorum; ‘yaşıyorum!’.


-‘sesimi değil de kendimi… kuyuya atsam.. o da.. büyür mü?’


ölüler daha kolay büyür, esas mesele yaşarken büyümek, diyor kuyu. 


içim hiç durmuyor. hep bir yere koşuyor. 

benim şu an ayağımı kaldırmaya mecalim yokken, 

içim bu enerjiyi nereden buluyor? 

neden zihnim durmuyor. neden hiçbir şeyden emin olamıyorum.

etrafım güller çiçeklerle dolu bile olsa, eğer ben onları fark edemiyorsam

tüm bu bahçenin ne önemi var? 


-‘bir ses daha çıkar.’


kendimden emin, derin bir nefes alıyorum. bir süre içimde tutuyorum. 

bir süre değil, son eşiğe kadar tutuyorum, boğulacak gibi oluyorum. 

bırakmamakta ısrarlıyım, bedenim nasılsa bir noktada kendi kararını verecek 

ve kontrolüm dışında tüm hava dışarıya çıkacak. 

çıkmakla kalmayacak, hemen arkasına hızla bir dizi nefes alınacak..

beni ısrarla yaşatmaya çalışacak. 


sahi, nereden geliyor bu yaşama tutkusu?


nefesim birden, bozuk ve yüksek bir desibelle, bardaktan boşanırcasına kendini kusuyor. 

o rahatsız edici, iğrenç ses, kuyunun en derinine kadar iniyor. 

ve tabii ki, büyüyerek yine bana dönüyor. 

ve ben hıçkırıklara boğuluyorum; tıpkı yaşadığımı sanırken teklemem gibi, 

nefes alışverişim de onu taklit ediyor. 


söyleyecek bir şeyi vardır belki diye çaresizce kuyuya bakıyorum. 

o, derin bir sessizlik içinde tüm bilinmezliğiyle bana bakıyor. 

hayatla dalga geçermişcesine bir ayağımı kaldırıp kuyuğunun boşluğuna uzatıyorum. 


içimdeki son gülücük ‘hıh’ sesiyle dışarıya çıkıyor ve kuyuda büyümeye uzanıyor. 


o an anlıyorum. 


ayağımı geri çekiyorum ve toprağa emin bir adımla basıyorum. 

kambur sırtımı doğrultuyorum. ve ilk defa gökyüzüne bakıyorum. 

derin bir nefes alıp hemen bırakıyorum. 

belli belirsiz açılan dudaklarımın arasından şu sesler sızıyor: 


ne ekersem, onu biçerim. 



ulaş.


ölmek de

yaşamak da

aynı şey 

belki de. 

12 Haziran 2014 Perşembe

alerjik reaksiyon

burnuma tuzlu su çektim. bu duyguyu pekiştirmesi için gidip kendime internetten okyanus dalgalarının sesini dinlettim. gözümü bir dakika kadar kapattıktan sonra sıkıldım. gözlerimi açtım. pencereye gidecektim; ama ezbere bildiğim karşıdaki yeşil apartmanı ve içinde kararmış buzdolabı görünen komşumla karşılaşıp yalandan selamlaşmak, sonra da sırıtıp ne yapacağını bilemez şekilde içeri dönmek istemediğim için pencereye gitmekten vazgeçtim. gittim kendime bir bira açtım. bira hemencecik ısındı, içemedim. dün akşam sarhoş eve geldiğim ve yatağımın kenarındaki masaya küt diye bıraktığım, ardından da çıkan sesle ritmler tuttuğum telefonumu düşündüm. hala orada mıydı acaba. eğer pili bitmişse ve bana ulaşamazlarsa diye endişelendim. annem geldi aklıma. başka kimsenin merak etmesi umurumda olmadı. sustum. gidip müzik kutusundan gnosienne’yi açtım. müzik kutusunun adı atom, sarhoş bir arkadaşım takmıştı bu adı ona, ufacık bir şey, müzik çalarken ışıklar saçıyor ve eğer sarhoşsanız bu çok sinir bozuyor. neyse, geri döndüm. gidip burnuma bir tuzlu su daha çektim. sonra kalktım pencereden dışarıya baktım. dışarıda hayat var; bir kadın kaldırımın kenarında bekliyor. mercedes geliyor, alıyor kadını, gidiyorlar. kadın güzel. mercedes geçerken, yolun kenarındaki bisikletli çocuklar kenara çekiliyor. annelerinin tembihlediği ne kadar da belli diye düşünüyorum niyeyse.  komşum beliriyor karşıdan, buzluğunu açtığı sırada ben hemen evin içine saklanıyorum. beni görmediğinden emin olduktan sonra odama yürüyorum. “bu adam günün 24 saatini mutfakta mı geçiriyor yahu.” yatağıma gelip oturuyorum. karşımda rene magritte’nin meşhur tablosu var. bir gün bu kadar sıkılırsam ben de sanatçı olabilirim diye düşünüyorum. sonra rüzgar esiyor, tablonun altı hafifçe kalkıp oturuyor ve arkasından bir fotoğraf düşüyor. kısa boylu, kırmızı kotlu, eli bileziklerle dolu, bembeyaz bir eşarp dolamış boynuna, sahil kenarında yürüyor fotoğraftaki kız. fotoğrafı çektiğim günü hatırlıyorum. sonra “hadi bırak kamerayı” deyişini, beni yanına çekip kafasını omzuma basışını, dalgaların sesini… kafamı kaldırıyorum. fotoğrafı alıp, kırmızı renkli kitabımın arasına koyuyorum, kitabın kapağını sevip yatağa yatıyorum. gözüm yine duvardaki tabloya ilişiyor. bir dakika kadar duruyorum. “bu nasıl bir pipo olamaz ya, çok saçma..” sonra sıkılıp, kalkıyorum. atomu kapatıyorum. telefonumu da buldum; pili bitmemiş ve hiç çağrı yok. susuyorum. gidip kendime bir bira açıyorum. ısınıyor, sıcak sıcak içiyorum. komşumla karşılaşmayı göze alarak pencereye çıkıyorum. bisikletli çocuklar şimdi top oynuyorlar, eğer o top arabama gelirse görüşeceğiz onlarla.  komşum da ortalıklarda yok. burnumun akmasıyla, mercedes’in geri gelmesi aynı ana denk geliyor. burnumu çekiyorum, bir adam sürücü koltuğundan iniyor, gidip diğer taraftaki kapıyı açıyor ve sırıtıyor. burnumu çekiyorum. arabadan başka bir kadın iniyor. kısa boylu. kırmızı bir kot giyiyor, elleri bilezik dolu ve boğazına beyaz bir eşarp dolamış. sarılıyorlar ve yürüyorlar. burnumu çekiyorum. kız çocuğunun dengesiz vurduğu top arabama çarpıyor. burnumu çekiyorum. komşum çıkıyor karşı pencereden, yalandan gülüşüyoruz. “nasılsın” diyor. burnumu çekiyorum. iyiyim diyorum, iyiyim. sonra sırıtıp, ne yapacağımı bilemez bir şekilde sırtımı dönüyorum, gidip burnuma tuzlu su çekiyorum. “olsun” diyorum, “bu da böyle bir hayat. biraz daha uyumaktan kimseye zarar gelmez.” yatıyorum.
aklıma geliyor,
“o pipo değil, sadece piponun bir resmidir.”
  
“-siktir git ya.”
 …


bitemeyen hikayele.r
ulaş.

27 Kasım 2013 Çarşamba

uyuyor muydum ben başkaları acı çekerken? şu anda uyuyor muyum? yarın uyanınca veya uyandığımı sandığımda, bugün hakkında neler söyleyeceğim? dostum estragon'la, burada gece olana kadar godot'yu beklediğimi mi? pozzo'nun hamalıyla birlikte geçip bizimle konuştuğunu mu? muhtemelen.
ama bütün bunların içinde ne kadar doğruluk payı olacak?  (estragon çizmelerini çıkarmayı başaramayıp yeniden uykuya dalar. vlademir ona bakar) o hiçbir şeyin farkında olmayacak. yediği tekmelerden söz edecek, ben de ona havuç vereceğim.
bir ayağımız mezarda, zor bir doğum doğrusu. mezarcı çukurun dibinde forsepsi yerleştirir. ihtiyarlığa vakit var daha önümüzde. hava çığlıklarımızla dolu. (dinler)
ama alışkanlıklar duyarsızlaştırıyor insanı. (estragon'a bakarak) bana da bir başkası bakarak, uyuyor diyor. kendisinin de uyuduğunun farkına varmadan uyuyor, hiçbir şey bilmiyor. uyusun bakalım diyor, benim için.
(bir an) böyle devam edemem.

ne dedim ben?

24 Ağustos 2013 Cumartesi

perde

elim her terlediğinde sen kokmaya devam ediyor.
ben de yazmaktan kaçıyorum,
nasıl olsa
unut-
urum diye..

11 Temmuz 2013 Perşembe

#30

salıydı. 'çok sıkıldım' dedi daha yatağından kalkmadan. saat yedi olmuştu ve o hala uyuyordu. uyumaktan başka ne yaparım diyordu soran olursa, genellikle de olmuyordu.
odi'yi tanımazsınız. geceleri çok içer, gündüzleri ortalıktan kaybolurdu. sürekli, ama sürekli uyurdu. uyanıkken vaktini ayılmaya çalışmakla geçirdiği için kendine hiç bakmazdı. odası dağınık, çamaşırları kirli, saçı sakalı birbirine karışmış bir adamdı odi. ayıldığı zamanlarsa gider bir içki alır, evinin en temiz noktası olan balkona oturur, kendi şarkılarına eşlik ederek içerdi. fakat bugün keyifsizdi. başka bir huzursuzluk vardı içinde. dışarıya çıkıp dolaşmayı düşündü. saat 12'yi geçmeden, ülkesi bal kabağına dönmeden işleme koymalıydı bu eylemini. tam o anda ilaç gibi telefon geldi.
-abi bizim mahallede caddeyi kapatmışlar, şenlik yapıyorlar, gitmesek mi?
bir dakika bile düşünmedi, odasına daldı, kıyafetler dağının içinden ilk bulduğu pantolonu kıçına çekip çıktı sokağa. iki aydır aynı pantolonu giyiyordu zaten. 'kirli daha samimi' diyordu soran olursa, genellikle de olmuyordu. kıyafetlerini yıkayacak hiç kimsesi olmadığı için de aldırış etmiyordu.
arkadaşla buluşuldu, mekana varıldı.  bakılası bacak sayısının çok olduğu bir yerdi vardıkları yer; ama o mekanın korkunç durumundan ötürü bacaklara tam konsantre olamadı. yol boyunca ucuz müzikler çalıyordu. her bir taraftan koşuşturmaca vardı. sokağın ortasında dans eden insanlar, onları kızıldeniz gibi yarıp bir taraftan diğer tarafa geçmeye çalışanlar, makyajlı, boyalı boyalı kadınlar, parfüm kokuları, kollu, vücutlu erkekler, baloncular, dondurmacılar, daha neler neler. . burayı tam olarak şenlik alanı yapanın ne olduğunu düşündü. sonra ücretsiz içki dağıtıldığını fark etti, koşup hemen bir tane aldı ve şenliğin tadına varmayı umdu. durdu. ona hitap edecek hiçbir şey bulamadığı noktada arkadaşını aradı, tabii ki onu bulamayacağının da farkındaydı. yoldayken de öyle diyordu zaten, '-ben yokmuşum gibi odi!'
yalnız kaldı. bu yeni bir şey değildi ama yüzüne çarpılmasından hiç hoşlanmadı.
hatta bir keresinde bir restorana girip tek kişilik masa var mı diye etrafa bakınırken, garson gelip, 'hoş geldiniz, yalnız mısınız?' diye sorduğunda ağzını açamamış, kafasını sallamıştı sadece. garson iki kişilik masanın üzerinden kırmızı mumu ve ikinci porsiyon tabağını alıp buyur etmişti yalnızlığına onu, bir de utanmadan, 'yenge yok mu bugün?' deyip güya teselli etmek istemişti.. iştahı kaçtığı için bir dondurma yeyip kalkmıştı masadan.
neyse dolaştı civarlarda biraz. sonra savaş alanından telaşla uzaklaşıp bir yer buldu kendine, oturdu. burada içkiler ücretsiz dağıtılmıyordu. viski fiyatlarından da şikayetçiydi, kendine bir şişe şarap alıp yürümeye başladı. sahile doğru. yollar karanlık, ortalık sessizdi. bir gerilim filmi efekti olarak ayak sesleri duyuyordu her taraftan. aldırış etmedi, yürüdü, yürüdü, yürüdü. denize vardığında gün doğmak üzereydi, günün en tatlı saatiydi ona sorsanız. eski bir arkadaşıyla hep oturdukları yere gitti. oturdu. her zaman olduğu gibi kayıklar yola çıkmıştı. denizin sesi, kokusu, ay, manzaranın büyüsü, her şey,  her şey eskisi gibiydi.
tek bir şey dışında.
çok özledim be abi diyordu soran olursa. genellikle de olmuyordu..

sabaha kadar içti. eve döndüğünde, saat hala yediydi.

27 Nisan 2013 Cumartesi

denize yakın bir yerde

deniz kenarına taşınmaya karar verdim.
biliyor musun, çok yorgunum bu aralar. yok ki dertlerden filan. tüm işler yoğunlaşmak için tek bir tarih seçerler benim takvimimde. bu tip günlerde dünyayı ben kurtaracakmışım gibi hissederim ve aslında.. emmeann, neyse dur.
bugün tatilim ve deniz kenarına taşınmaya karar verdim. hava da güzel zaten. alkolle tatlılanmışken, hafif esintili ama sıcak bir köşede, dalga sesleriyle uyumak hayali beynimin bilmediğim bir lobunu çok meşgul etmeye başlıyor ve ben tüm maddi gücümü toplayıp atlıyorum bisikletimin üstüne, kondisyonum beni nereye götürürse oraya gitmeye karar veriyorum. bir pub veya ufak bir ingiliz barı bulsam da oralarda sabahlasam düşüncesi yavaştan ısırmaya başlıyor. uzun zamandır evden dışarı çıkmamışım, kurumuşum lan resmen. her şekliyle bu gezinin iyi geleceğini kendime hatırlatıyorum, olur da vazgeçecek olur isem, teselliler üretip vazgeçmekten vazgeçiyorum. bisikletimin son kontrollerini yapıp bana oldukça uzun gelen yolculuğa başlamak için ilk adımı atıyorum ve evin kapısını açıyorum. yolculuk başta keyifli görünüyor. sağ tarafımda kocaman bir dağ, sol tarafımda uçsuz bucaksız deniz ve etrafta ses seda yok. işin kötüsü, görünürde bar falan da yok. ama yılmıyorum, devam ediyorum pedal çevirmeye, nasıl olsa yokuş aşağı, geri dönüşü düşünemeyecek kadar da heyecanlıyım, son sürat gidiyorum. nihayet ilerde bir tabela görünüyor. eski, paslanmış, ne yazdığı belli bile değil. iç güdüsel olarak alkol kokusu alıyorum ve yöneliyorum. tahtadan, tam da hayallerimi süsleyen barlardan bi tanesi görünüyor ufukta, ancak oraya gelene kadar bir grup insanla karşılaşıyorum. koskocaman bir ağacın altında, duruyorlar. anlam veremiyorum. hatta biraz da ürküyorum. ne olduğunu sonra anlayacağım, devam ediyorum. kulübenin yanına yaklaşıyorum, bisikletimi nereye bıraksam güvenli olur filan gibi klişe ve bir o kadar da gereksiz şeyleri sorgularken göbekli, beyaz saçlı, sarı bıyıklı bir amca beni içeriye alıyor. kendimi birden yaş ortalaması kırkın üzerinde teyze ve amcaların yanında, elimde irlanda birası ile buluyorum. atmosfer güzel, hatta müzik beklentimin çok üzerinde ama yine de hayalini kurduğum yerde miyim diye sormadan edemiyorum. bu küçük kulübeden bar, denizin tam dibinde. bardan çıkar çıkmaz kendinizi plajda buluyorsunuz. hatta bıyıklı bir mahmut abi'nin gelip şezlonglar için sizden para isteyeceğini bile sanabiliyorsunuz. bu salakça sorgulamalar beni bulunduğum ortamın çaylağı gibi hissettiriyor ve oraya ait hissedemeden, daha ilk dakikadan yabancılaşıyorum. çok geçmeden biram bitiyor, bir tane daha geliyor. bu arada erkeklik güdülerimin yönlendirdiği gözlerim, yalnızca, ortada dans eden, sarı saçlı ve yüzü vietnam savaşından yeni çıkmış bayanlarla muhatap olmak zorunda bırakıyor beni. başta beni eğleyecek hiçbir şey bulamadığım için sıkılıyorum, sonra ilk defa içtiğim siyah biranın tesiriyle gittikçe keyifleniyorum. keyifleniyorum da, keyiflendikçe çişim geliyor. tuvaleti sorduğum göbekli, beyaz saçlı, sarı bıyıklı amca bana ilerde kocaman bir ağaç gösteriyor. oraya gidiyorum ve grup halinde işiyoruz. geri dönüp içmeye devam ediyorum. keyfim arttıkça artıyor. teyzelerle dans etmeye hatta içkilerini içmeye başlıyorum. beni çok sevecek olmalılar ki her taraftan içkiler yağmaya başlıyor. alkol kana karıştıkça sarhoş olmaya başlıyorum. alkol kana karıştıkça eksik bir şeyler olduğunu hissetmeye başlıyorum. eksik bir şeyler... yuh. "abi" diyorum kendime, "gerizekalı bile değilsin sen. huzurun zirvesindesin; hala bitmiş, olmayan şeyler peşindesin, gerizekalı bile değilsin." kendi kendime söylenip hayıflanırken bir el sırtıma dokunuyor, beni dışarıya çıkartıyor -kim olduğunu göremeyecek kadar sarhoşum- bana güçlü olmamı söylüyor. baş parmağını gözlerimin altında gezdiriyor ve parmakları ıslanıyor. bana karşı nasıl ve neden bu kadar şefkatli olabildiğine anlam veremiyorum, 'gideyim ben artık' diyorum, sesim cebimden çıkıyor ve muhtemelen anlaşılmıyor. "senin daha bir kadınla konuşmaya halin yok be" deyip beni şezlonglardan bir tanesine götürüyor. yatırıyor ve gidiyor. yandaki şezlonglardan anladığım kadarıyla yukarıda gözlerimin aradığı tüm güzel kızlar burada başkalarıyla birlikteler ama ben bunu düşünemeyecek kadar anormal hissediyorum.
gözlerimi kapatıyorum. dünya dönüyor.
alkolle tatlılanmışken, hafif esintili ama sıcak bir köşede, dalga sesleriyle uyuyakalıyorum.
ben uyurken dalgalar vuruyor, rüzgar esiyor;
farkına varamıyorum..

ulaş.