Şahsen ben,
çıkış yolunu bulamadım.
İnan bana arıyorum.
Bir kez daha deneyeceğim.
Geçmişi özleyip duruyorum.
Üstelik tam olarak yaşadım diyemeyeceğim bir geçmişi…
Anlatılan hikayeler ve kafada kurulan dünyalar…
Her sabah güne başlarken homurdanarak ağzımdan dökülen kelimeler, iki katı bir mutsuzluğa evrilerek beni karanlığa sürüklemiyor mu?
Bu şekilde gittikçe küçülerek mi devam etmeliyim yaşamaya?
Lafta savunduğum şeyin aksi gibi davranmam beni daha da küçültmüyor mu?
İnsanlar gittikçe küçülmüyor mu?
Gündem deyip geçtiğim bu iğrenç konular kafamı meşgul ederken ne kadarına odaklanabiliyorum olanın?
Neresinde kayboluyorum, ya da, hiç bir yerinde var olabildim mi?
Bunu düşünebiliyor muyum bile?
İdeolojiler, izmler.
Her yerdeki fikir bombardımanı.
Varoluşum bu kadar basit mi?
Ya da gerçekten bu kadar değerli miyim?
(Ülke mi elden gidiyor, dünya mı?)
Çoktan kaybettiğim bir savaşın hala mücadelesini mi veriyorum?
Yoksa hala savaşmaya değer mi?
Yaşamak dediğimiz bu bilinmezlik, sırf mücadele etmekten mi ibaret?
Beş bin yıldır çektiğimiz bu kahır,
Bu dipsiz sonsuz, bir türlü dinmek bilmeyen ızdıraplar silsilesi.
Aynı lağım çukurunun içinde çürümüyor muyum seninle beraber?
Herkesin kafasının üzerinde dolaşan bu aynı kara bulut,
öylesine sinsi,
öylesine acımasız…
Üstelik çok çabuk kabuk değiştiriyor, her şeye uyum sağlıyor…
Ve ikna ediyor.
Ben de oluyorum.
Farkına vara vara,
bile bile ikna oluyorum.
Ve gittikçe daha da kayboluyorum.
Yavaş yavaş azalarak.
Bütün insani duygularımın sömürüldüğünü hissediyorum.
Ve hiçbirinin gerçekte benim kararım olmadığını fark ediyorum.
Çok çabuk manipüle oluyorum. Hemen kapılıyorum.
…
Sonrası boşluk, anlam arayışları ve duygusal roller coaster.
Bir inip, bir çıkıyorum.
Ve bunu normalleştiriyorum.
Duyarsızlaşıyorum.
Duygusuzlaşıyorum.
Sonra bir an için duruyorum.
Nefes alıyorum.
Nefes almam bir anlam kazanıyor.
Aldığım nefesin getirdiği nanosaniyelik huzuru hissediyorum.
Gözlerim refleksle kapanıveriyor, şükrediyorum.
Ve kendimi bağışlıyorum.
…
Gözlerim açılıyor;
Şükretmek, bağışlamak…
Bunlar çok kullandığımız kelimeler değil.
İdeolojiler, bazı kelimeleri bulanıklaştırıyor.
Kelimeler, etiketlenip bir fikir kutusunun üzerine yapıştırılıyor.
Çok az kişi, kelimelerin asıl anlamlarıyla ilgileniyor.
Halbuki söz söylemek büyü yapmak gibidir derler.
Ben, bildiğimi sandığım bazı kelimeleri aslında bilmediğimi fark ediyorum.
Çünkü bazı kelimeler, sözlük tanımıyla ya da bazı taraftar çevrelerden duyunca anlaşılamaz;
hissedilebilmesi gerekir.
Neyse ki şükredebilen de benim, bağışlayabilen de.
Kendi cennet ve cehennemimi yaratıyorum.
Sonra da içine girip oynuyorum.
O kadar oynuyorum ki; kendim bile rol yaptığımı unutuyorum.
Ve bilinen en zeki tür olduğumu düşünüyorum.
Her şeyi kendime hak görüyorum.
Hepsini istiyorum.
Dolayısıyla yaşamayı kendim için bir kovalamacaya döndürüyorum
ve ne yapıyorum ediyorum;
sahip olmaya başlıyorum.
Sahip oldukça ahlaki değerim ve zaman algım değişiyor,
ikisi de azalıyor
ve ben değişiyorum.
Uğruna feda olduğum kovalamaca bir rutine dönüşüyor, o rutin benim kim olduğumu tanımlamaya başlıyor.
Kendimi, fark etmeden; ama zorla içine soktuğum bu çıkmaz sokağın ışıksız bir köşesinde çıkış yolu dilenirken buluyorum.
Ve sonunda bu hengame beni yoruyor.
Gözlerimi tekrar kapatıp o nanosaniyelik huzura erişmeyi diliyorum.
Olmuyor, oraya tekrar nasıl gideceğimi bilmiyorum.
Ya demindeyim, ya sonrada.
Zamanı algılayışım;
dünyanın, güneş etrafında dönmesi…
Halbuki bilge, diyor ki,
zaman; dünyanın, galaksideki hatta; onun da ötesindeki devinimi.
Öylesine yavaş, öylesine durgun.
Ve önemsiz.