30 Ekim 2024 Çarşamba

çeşitli sorular

Şahsen ben, 

çıkış yolunu bulamadım. 

İnan bana arıyorum. 


Bir kez daha deneyeceğim. 


Geçmişi özleyip duruyorum.

Üstelik tam olarak yaşadım diyemeyeceğim bir geçmişi…


Anlatılan hikayeler ve kafada kurulan dünyalar…


Her sabah güne başlarken homurdanarak ağzımdan dökülen kelimeler, iki katı bir mutsuzluğa evrilerek beni karanlığa sürüklemiyor mu? 

Bu şekilde gittikçe küçülerek mi devam etmeliyim yaşamaya?


Lafta savunduğum şeyin aksi gibi davranmam beni daha da küçültmüyor mu?


İnsanlar gittikçe küçülmüyor mu?


Gündem deyip geçtiğim bu iğrenç konular kafamı meşgul ederken ne kadarına odaklanabiliyorum olanın?

Neresinde kayboluyorum, ya da, hiç bir yerinde var olabildim mi? 

Bunu düşünebiliyor muyum bile?

İdeolojiler, izmler. 

Her yerdeki fikir bombardımanı.


Varoluşum bu kadar basit mi?

Ya da gerçekten bu kadar değerli miyim?


(Ülke mi elden gidiyor, dünya mı?)


Çoktan kaybettiğim bir savaşın hala mücadelesini mi veriyorum?

Yoksa hala savaşmaya değer mi?

Yaşamak dediğimiz bu bilinmezlik, sırf mücadele etmekten mi ibaret? 

Beş bin yıldır çektiğimiz bu kahır,

Bu dipsiz sonsuz, bir türlü dinmek bilmeyen ızdıraplar silsilesi.

 

Aynı lağım çukurunun içinde çürümüyor muyum seninle beraber? 

Herkesin kafasının üzerinde dolaşan bu aynı kara bulut,

öylesine sinsi,

öylesine acımasız… 

Üstelik çok çabuk kabuk değiştiriyor, her şeye uyum sağlıyor… 

Ve ikna ediyor. 

Ben de oluyorum. 

Farkına vara vara, 

bile bile ikna oluyorum. 

Ve gittikçe daha da kayboluyorum. 

Yavaş yavaş azalarak.


Bütün insani duygularımın sömürüldüğünü hissediyorum.

Ve hiçbirinin gerçekte benim kararım olmadığını fark ediyorum. 

Çok çabuk manipüle oluyorum. Hemen kapılıyorum. 

Sonrası boşluk, anlam arayışları ve duygusal roller coaster. 

Bir inip, bir çıkıyorum. 

Ve bunu normalleştiriyorum. 

Duyarsızlaşıyorum.

Duygusuzlaşıyorum. 


Sonra bir an için duruyorum. 


Nefes alıyorum. 

Nefes almam bir anlam kazanıyor.

Aldığım nefesin getirdiği nanosaniyelik huzuru hissediyorum. 

Gözlerim refleksle kapanıveriyor, şükrediyorum.

Ve kendimi bağışlıyorum. 


Gözlerim açılıyor;

Şükretmek, bağışlamak… 

Bunlar çok kullandığımız kelimeler değil. 

İdeolojiler, bazı kelimeleri bulanıklaştırıyor. 

Kelimeler, etiketlenip bir fikir kutusunun üzerine yapıştırılıyor. 

Çok az kişi, kelimelerin asıl anlamlarıyla ilgileniyor. 

Halbuki söz söylemek büyü yapmak gibidir derler. 

Ben, bildiğimi sandığım bazı kelimeleri aslında bilmediğimi fark ediyorum. 

Çünkü bazı kelimeler, sözlük tanımıyla ya da bazı taraftar çevrelerden duyunca anlaşılamaz;

hissedilebilmesi gerekir. 


Neyse ki şükredebilen de benim, bağışlayabilen de.


Kendi cennet ve cehennemimi yaratıyorum. 

Sonra da içine girip oynuyorum. 

O kadar oynuyorum ki; kendim bile rol yaptığımı unutuyorum. 

Ve bilinen en zeki tür olduğumu düşünüyorum. 

Her şeyi kendime hak görüyorum. 

Hepsini istiyorum. 

Dolayısıyla yaşamayı kendim için bir kovalamacaya döndürüyorum

ve ne yapıyorum ediyorum;

sahip olmaya başlıyorum. 

Sahip oldukça ahlaki değerim ve zaman algım değişiyor,

ikisi de azalıyor

ve ben değişiyorum. 

Uğruna feda olduğum kovalamaca bir rutine dönüşüyor, o rutin benim kim olduğumu tanımlamaya başlıyor. 

Kendimi, fark etmeden; ama zorla içine soktuğum bu çıkmaz sokağın ışıksız bir köşesinde çıkış yolu dilenirken buluyorum. 

Ve sonunda bu hengame beni yoruyor.


Gözlerimi tekrar kapatıp o nanosaniyelik huzura erişmeyi diliyorum. 

Olmuyor, oraya tekrar nasıl gideceğimi bilmiyorum. 

 
Ya demindeyim, ya sonrada.

 

Zamanı algılayışım; 

dünyanın, güneş etrafında dönmesi…

Halbuki bilge, diyor ki,

zaman; dünyanın, galaksideki hatta; onun da ötesindeki devinimi. 

Öylesine yavaş, öylesine durgun. 

Ve önemsiz. 

29 Ekim 2024 Salı

kuyu

düşersem çıkamayacağım bir kuyunun ağzındayım.

düşmek pek de umrumda değil.

bir tarafımın kuyunun içine atlamak istediğine de eminim.


bu hayatta ben bir şeyler biliyorum; ama kendimi inandıramıyorum. *

doğruluklarından eminim; ama dinletemiyorum. 

bir taraftan her ayrıntısını duyuyorum,

bir taraftan sağırım. 


kuyuya bakıyorum, korkusuzca. 

derin, karanlık, dipsiz bucaksız. 

-‘düşsem ölürüm’, diye düşünüyorum. 

‘-yaşıyor muyum ki?’, diye soruyorum sonra. 

yaşıyorum. evet, yaşıyorum. 

şu an yaşıyorum. 

kuyunun ağzında, ben istediğim sürece yaşayacağım.

karar verirsem de yok olacağım. fiziken değil belki. 

bu bedenim bu dünyayı ne zaman terk eder, bilemem. o benim elimde değil.

-’ne benim elimde ki?’…

-‘ses çıkarmak… hadi bir ses çıkar’

ağzımı açıyorum ve nefes borumdan belli belirsiz bir hışırtı çıkıyor. 

kuyu beni kırmıyor ve bu cılız sesi dipsiz boşluklarında bir oraya, bir buraya çarptırıyor ve bir eko oluşuyor. 

sesim büyüyüp bana geri dönüyor. 

-‘bak işte,’ diyorum; ‘yaşıyorum!’.


-‘sesimi değil de kendimi… kuyuya atsam.. o da.. büyür mü?’


ölüler daha kolay büyür, esas mesele yaşarken büyümek, diyor kuyu. 


içim hiç durmuyor. hep bir yere koşuyor. 

benim şu an ayağımı kaldırmaya mecalim yokken, 

içim bu enerjiyi nereden buluyor? 

neden zihnim durmuyor. neden hiçbir şeyden emin olamıyorum.

etrafım güller çiçeklerle dolu bile olsa, eğer ben onları fark edemiyorsam

tüm bu bahçenin ne önemi var? 


-‘bir ses daha çıkar.’


kendimden emin, derin bir nefes alıyorum. bir süre içimde tutuyorum. 

bir süre değil, son eşiğe kadar tutuyorum, boğulacak gibi oluyorum. 

bırakmamakta ısrarlıyım, bedenim nasılsa bir noktada kendi kararını verecek 

ve kontrolüm dışında tüm hava dışarıya çıkacak. 

çıkmakla kalmayacak, hemen arkasına hızla bir dizi nefes alınacak..

beni ısrarla yaşatmaya çalışacak. 


sahi, nereden geliyor bu yaşama tutkusu?


nefesim birden, bozuk ve yüksek bir desibelle, bardaktan boşanırcasına kendini kusuyor. 

o rahatsız edici, iğrenç ses, kuyunun en derinine kadar iniyor. 

ve tabii ki, büyüyerek yine bana dönüyor. 

ve ben hıçkırıklara boğuluyorum; tıpkı yaşadığımı sanırken teklemem gibi, 

nefes alışverişim de onu taklit ediyor. 


söyleyecek bir şeyi vardır belki diye çaresizce kuyuya bakıyorum. 

o, derin bir sessizlik içinde tüm bilinmezliğiyle bana bakıyor. 

hayatla dalga geçermişcesine bir ayağımı kaldırıp kuyuğunun boşluğuna uzatıyorum. 


içimdeki son gülücük ‘hıh’ sesiyle dışarıya çıkıyor ve kuyuda büyümeye uzanıyor. 


o an anlıyorum. 


ayağımı geri çekiyorum ve toprağa emin bir adımla basıyorum. 

kambur sırtımı doğrultuyorum. ve ilk defa gökyüzüne bakıyorum. 

derin bir nefes alıp hemen bırakıyorum. 

belli belirsiz açılan dudaklarımın arasından şu sesler sızıyor: 


ne ekersem, onu biçerim. 



ulaş.


ölmek de

yaşamak da

aynı şey 

belki de.