21 Ocak 2013 Pazartesi

uçurtmanın kuyruğu

'uçurtmamın ipini iyice saldım. çok yukarılarda nazlı nazlı sallanıyordu. kuyruğuna yapışmış olan ben, aşağıda ipin ucundaki kendimi neredeyse göremeyecek kadar yüksekteydim. aşağıdan uçurtmayı idare ediyor, yukarıda ise kuyruk sefası yapıyordum. evler altımdan hiç oynamadığım tahta oyuncak şehirler gibi geçip gidiyor. aşağıdan kendime bağırıyorum: “gördüklerini bana anlatacaksın değil mi?”, uçurtmanın kuyruğuna sıkı sıkı yapışmış ellerimden birini bırakıp aşağıdaki kendime nanik yapıyorum. aşağıdan bana kızıyorum; ama gene de seviniyorum. ip çok uzun. şehrin bu yakasındaki tepenin üstünden denizi geçiyorum. aşağıda vapurlar birer oyuncak gibi. sanki elimi uzatsam birini tutup cebime koyacağım, akşama evde leğene su doldurup oynayacağım onunla. bahçeler var şimdi aşağıda. kendime sesleniyorum aşağıya, biraz alçaltsın beni diye. “neden?” diye soruyor. sesi sanki yanımdaymış gibi. kulağına fısıldıyorum: “sonra anlatırım. sen alçalt.” yumuşak bir biçimde büyük bahçenin ortasındaki beyaz bir köşkün damına doğru alçalıyorum. damdan smokin giymiş bir kuş havalanıyor, yanımdan geçerken “hoş geldiniz” diyor. “bacadan… bacadan gireceksiniz.” tam bacanın yanına konuyoruz. baca bana hiç yabancı gelmiyor. sanki daha önce buraya leylekle gelmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. hemen unutuyorum o duyguyu. uçurtmaya beni beklemesini söyleyip, bacaya giriyorum. baca şaşılacak denli geniş. döner bir merdivenle aşağıya iniliyor. duvarlarda beş yaşındaki büyük ressamların yaptığı tablolar var. aşağıdan çok güzel bir müzik sesi geliyor. bir şöminenin içine iniyor merdiven. şömine çok geniş bir salona açılıyor. çok fazla kalabalık değil salondaki insanlar. herkes gülüyor. duvarda kocaman bir yazı var: “yaramazlık yaparken kimseyi rahatsız etmeyin.” kadınlı erkekli bu insan grubunun yaş ortalaması altmış falan. kadınların bazısı gelinlik giymiş. bir tane sünnet entarili erkek var. kolları saatlerle dolu, elinde tef, orkestraya eşlik ediyor. orkestra elemanlarının en yaşlısı altı yaşında. akordeon, keman, trompet, klarnet ve bateriden meydana gelmiş bu orkestra. baterist daha dokuz aylık, annesinin kucağında çalıyor davulları; ama müthiş sololar çekiyor. orkestranın yanında büyük bir turşucu dükkanı, önünde bir simitçi. aralarına karışmak istiyorum. sünnet entarili olan beni görüyor, yanıma gelip hokkabazlık diplomamı soruyor. ben “yok” deyince, “o zaman şimdi gidin uçurtmanıza, gezintinize devam edin. bir gün gene gelirsiniz.” diye beni dama kadar yolcu ediyor. uçurtmam aynı bıraktığım yerde. kuyruğunu sallayıp “hadi” diyorum. yavaş yavaş yükselirken sünnet entarili adam tefiyle arkamdan tempo tutuyor. altımda bahçeler, küçük vapurlar, kutu kutu evler ve ipin ucundaki kendimi seyrederek, süzüle süzüle aşağı inip, gene kendi cebime giriyorum. “neler gördün, anlat” diye soruyor bana; anlatamıyorum.'


.savaş dinçel


iste

iste.
çok istemek seni daha az insan yapmaz.
çok iste.
herhangi bir şeyi.
ama çok iste.
çok istemek ile elde edememek arasında 3-5 harften başka bir farklılık yok; ama
sen yine de iste. iste ki, sana niye yaşıyorsun dediklerinde, ben istiyorum diyebil.
ne olduğu da çok önemli değil.
iste sadece.
daha fazlasını iste.
bazıları istemeni istiyor, her iki taraf da kazanıyor
sen istedikçe.

iste.


u.

14 Ocak 2013 Pazartesi

bazı


bugün, tam bir sene sonra gidip Ankara biletimi aldım. heyecanlıydım ya, ilk bulduğum boş yere arabamı park edip koşarak indim aşağıya. yine aynı koşar adımlarla bütün girne kapısı'nı yürüdüm. niye bu kadar uzağa park ettiğimi biletimi aldıktan sonra fark edecektim. kapıyı açıp daldım içeriye. acentede aynı kadın, aynı suratla karşıladı beni, hal hatır sormadan; 'yine aynı sebepten mi?' dedi. 'evet' dedim mahcupça. niye mahcup oluyorsam artık... 'biz istikrarı severiz oğlum da böylesini değil' dedi, 'nasıl bağlanabiliyorsun ki böyle, hele ki bu çağda, bu yaşta'. utandım. niye utandıysam.. kesti biletimi. 'baban demirleri kemiriyormuş sinirden', 'haaaa, biliyorum' dedim. 'niye böyle yapıyorsun?',  cevap veremedim. ufak bir aradan sonra 'çay koyayım mı?' dedi sırıtarak. boş boş acentenin rahatsız koltuklarının birine baktım. kadın yineledi, 'çay koyayım mı oğlum?'. 'koy' dedim, 'koy. sütsüz olsun. iki şekerli.'
çayımı içtim, dışarı çıktım. boş bakıyordum hala. yürüdüm. anlamıyordum.
hiçbir zaman da anlamayacak gibiydim..
niye anlamıyorsaydım.. artık..